Faik Kurtulan: ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİNDE MİLLİYETÇİLİK

faik kurtulan

Tanzimat fermanı ile birlikte Osmanlı Devleti liberalizmin eğik düzlemi içerisine girmiş, Anadolu halkının
sahip olamadığı işletmeler bir ayakları Avrupa’da olan azınlıkların eline geçmişti.

Büyük oranda savaşların da yarattığı ekonomik bunalım ve halkın fakirleşmesi,sanayide çağdaş bir gelişme getirmemiş ve sonuç olarak ülke borçları ödenemez hale gelmişti.

Öncelikle ordu ve savunma sanayiinde geri kalmışlığın yanı sıra yabancı şirketlere ve azınlık işletmelerine sağlanan serbestiler ülke kaynaklarının yurt dışına kaçmasına ve Osmanlı’ya bağlı birtakım milliyetlerin Avrupa’nın kışkırtmalarıyla birlikte Osmanlı’dan ayrılmalarına ve bunun için adeta milli kurtuluş savaşları vermelerine yol açmıştı.

Artık Osmanlı, Balkanlarda büyük çapta toprak kayıplarına girmişti. İşte yaşanan bu sıkıntılar üzerine, Osmanlı’cılık ve İslam’cılık yaklaşımlarının toprak kayıpların engelleyememesi, üçüncü bir akımın ortaya çıkmasına sebep olmuştu.

Toprak kayıplarının sadece Osmanlı’nın geri kalmışlığına ve liberal serbestilere bağlanması da durumu tam izah edemiyordu. Bu
kayıpların ardında insanlığın önüne yepyeni ufuklar açan Fransız Devriminin etkilerinin de olduğu Osmanlı aydınlarının gözünden kaçmıyordu.

1890’lardan itibaren Çarlık Rusya’sından Balkanlara sonra da Selanik ve İstanbul’a göç eden Türk aydınları Fransa’dan esinlendikleri cumhuriyet anlayışını imparatorluk topraklarında nasıl uygulayabileceklerini düşünmeye başlamışlardı. Batılı tarzda bilimsel
düşünce Türk siyasal hayatına hâkim olan tarih ve millet bilincini derinden etkilemiş ve Osmanlı aydınlarının düşüncesi buna göre şekillenmeye başlamıştı.

Bu konuda Prof. Dr. Halil Berktay şöyle söylüyordu: “Bu bağlamda Avrupalı bilim insanlarının yaptıkları Türkoloji çalışmalarının, OsmanlıTürk siyasal geleneğindeki bu zihniyet dönüşümünde önemli roller üstlenip, öncü nitelik taşıdıklarını belirtmek gerekir.

Sir Arthur Lumley Davids, Deguignes, Leon Cahun gibi Türkolog yazarların eserleri Türkler arasında ilgiyle karşılanmış, bu yazarların eserleri tercüme edilmiş ve bunlardan mülhem eserler verilmeye başlanmıştır. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında, Türk milliyetçiliği böylece “Türkolojinin XIX. yüzyılda attığı adımların bir ürünü, yani Avrupa’dan Osmanlı İmparatorluğuna aktarılan bir fikir akımı” olarak ortaya çıkmıştır. Halil İnalcık da benzer şekilde, Osmanlı-Türk entelektüelinde milliyetçilik fikrinin yerleşmesinde Batılı bilimsel gelişmelerin etkisine dikkat çekmekte, modern bilimsel gelişmeler ile Türk milliyetçiliği arasında önemli bir bağ görmektedir.

Bilimsel keşiflerin Türk entelijansiyası içerisinde milliyetçi fikirleri artırdığını savunan İnalcık’a göre Orhun Abideleri’nin keşfi 1900’lerde Türkler arasında heyecan yaratmış, Türkiyat Enstitüsü’nün kuruluşu (1924) ile de milliyetçi entelektüeller tarafından Türkoloji bir ilim dalı olarak ülkemizde yerleştirilmeye başlamıştır.”

1-Aslında Türkiyat Enstitüsü fikri de Ziya Gökalp’indir. Bu konuda yazdığı makalede Doç.Dr. Murat Coşkuner şunu söylemektedir.:

“… Gökalp “milli kültürün bilinçli hale gelerek yükselmesi için” bu kültürel ürünlerin ortaya çıkartılması ve daha sonra “Avrupa medeniyetini onun çeşitli dallarına aşılanması görevini yerine getirecek kurumlar (olan) Türk üniversitesi, Türkiyat Enstitüsü”nün kurulmasını oldukça önemli görür. Böylece, halkın sözlü kültürünün kuralsız ve kendi iç ayrımlarına ulaşmamış, bu nedenle de yasasız bir özellik gösteren kültürel öğeleri, bilimin yasallaştıran,sistemleştiren ve sınıflandıran araçlarıyla sistematik bir şekle sokulabilecektir. Bu bakımdan Anthony
Smith’in bir ideoloji ve sembolizm olarak milliyetçiliğin, entelektüelleri her yerde ‘aşağı’ kültürü yüksek’e, şifahi gelenekleri yazılı edebi geleneklere dönüştürmeye davet ettiğine yönelik ifadeleri Gökalp’in amacına oldukça uygun düşmektedir (Smith, 1994: 136).” Daha cumhuriyet kurulur kurulmaz ilk iş olarak ‘Türkiyat Enstitüsü’nün kurulması Mustafa Kemal’in Ziya Gökalp’in fikirlerine ne
denli önem verdiği konusunda önemli ipuçlarından biri olarak görülmelidir.

1 Doç. Dr.Murat Coşkuner, Milliyetçilik, Bilim Ve Din: Türk Milliyetçiliğinin Milli Toplum Tahayyülünde Halk Dini*, sf:6
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2581212

İkinci Meşrutiyet dönemine dönersek, Rusya’dan Osmanlı Devleti’ne göç eden Türk aydınları getirdikleri halkçı söylemi Selanik ve İstanbul’da tartışmaya başlamışlar ve ülkenin çeşitli sorunlarına çare aramaya koyulmuşlardır. Osmanlı’da da tıpkı Rusya’da olduğu gibi nüfusun çoğu kesimi köylerde yaşadığı için ‘köycülük’ ve ‘halka’ doğru söylemleri Osmanlı siyasi hayatında önemli bir yer tutmaya başlamıştır. Bu nedenle artık Rusçada her iki anlamda da kullanılan halk ve millet ifadeleri yayınladıkları dergi ve gazetelerde çokça yer almaya başlamıştır. Bu konuda Osmanlı’daki anlayış değişimini de Zafer Toprak şöyle anlatıyor:

“II. Meşrutiyet yıllarında millet ile halk sözcüklerinin anlamları yeterince kristalleşmemişti. Millet sözcüğüne “cemaat”le örtüşmesi nedeniyle ilk evrede mesafe kondu. İttihatçıların tercih ettikleri sözcük “millî” ve “halk” idi. Türkçülük akımının yayın organı Türk
Yurdu’nda, “güzideler tarafından temsil olunan, halktan ayrı bir milletten söz edilemeyeceği” kaydediliyor, “milliyetin esaslarını yaratan halktır” deniyordu. Halkın zevki, ruhi duyguları, halkın akideleri, görüşleri milleti oluşturuyordu. Bu nedenle Türk Yurdu daima “halka doğru inmeyi”, halkı anlamayı, milleti yükseltmek için halkı yükseltmek gerektiğini vurgulamıştı.” Türkçülerin yayımladıkları bir diğer dergi Halka Doğru adını taşıyordu. İlk sayısı 1913 Nisanı’nda çıkan dergide dönemin birçok ünlü yazarı yer almıştı. Halide Edib, Yusuf Akçura, Ahmed Ağaoğlu, Tevfik Nureddin, Celâl Sahir, Hüseyinzade Ali, Hamdullah Suphi, Akil Muhtar, Abdülfeyyaz Tevfik, Ali Canib, Ali Ulvi,
Galip Bahtiyar, Kâzım Nami, Köprülüzade Mehmed Fuad, Ziya Gökalp, Mehmed Emin, Mehmed Ali Tevfik, Memduh Şevket dergide “sürekli yazıcılar” olarak tanıtılıyordu. Ama dergiye damgasını vuracak olan Yusuf Akçura idi. “Halka” başlıklı yazı dizisinde “Biz Halka Doğru diye ad taktığımız bu cerideyi halk için, halka faydalı olmak için çıkarıyoruz” diyordu. Akçura’ya göre “Halkın, yani köylü ve
esnafın, mektepler, cemiyetler yapabilmesi için önüne düşüp yol gösterecek okumuş adamlara ihtiyaç” vardı.”
2
Görüleceği üzere 1908 yılından itibaren II. Meşrutiyetle birlikte Türkçülük akımını yaygınlaştıran ve çoğu Rusya’dan göçen Türk aydınları, artık Osmanlı’da millet ve milliyet kavramlarını cemaatçilik bağlamından kopartarak ileride kurulmasını tasavvur ettikleri ulus devletin ilk habercileri olarak bu konuları en derin özellikleriyle İttihat ve Terakki Partisi içerisinde de tartışmaya devam edeceklerdi. Türk
sosyolojisinin İttihat ve Terakki ve daha sonra da erken cumhuriyet yıllarında sözü dinlenen en önemli düşünürü Ziya Gökalp’ti. Bunu Zafer Toprak şöyle anlatıyor: “Mustafa Kemal Atatürk’ün halkçılıkla ilgili görüşlerinin esin kaynağı Ziya Gökalp’ti. 1920 tarihli “Halkçılık Programı”, 1931 CHF Programı’nda ve 1937’de Anayasa’da altı oktan biri olan “halkçılık umdesi” Gökalp’in düşüncesinin devamı
sayılabilirdi. Keza, ulusçu hareketi Cumhuriyet’e taşıyan Halk Fırkası’ndaki “halk” sözcüğü, toplumbilimsel anlamda II. Meşrutiyet’in icadıydı. Bu yıllarda halk sözcüğü bugünkü ulus ya da millet sözcüğüyle eşanlamlı kullanılmaya başlanmıştı.”

3
Halka Doğru dergisinin en önemli yazarlarından biri de Hüseyinzade Ali (Turan)’dı O da Rusya’da halkçılığı ve Panslavizm’i öğrenmiş ve 1890’larda Osmanlı’ya geldiğinde Panslavizm’i Pantürkizm olarak, Sosyalizmi ise halkçılık olarak Osmanlı Devleti için sentez haline getirmişti. Ziya Gökalp hakkında yazdığı bir makalede onu bu şekilde anlatıyordu.

1908’den itibaren Osmanlı’da sosyolojik çalışmalar hızla yükselmeye başlamıştı. Atatürk’ün de fikir dünyasını oluşturan sosyolojik düşünceler çeşitli dergilerin etrafında toplanan yazarların makalelerinde toplumu dalgalandırmaya başlamıştı. Günümüzde dahi Durkheim ve yapısal işlevselci yahut Durkheim ve Spencer’in Osmanlı’da söylendiği şekliyle “Uzviyetçi” ya da bugünkü anlamda “Organizmacı”
sosyoloji ekolünü eskitecek yeni bir ekol çıkmamasına rağmen bu anlayış liberal ya da neoliberal iktidarlar ve sözde muhalefet tarafından gündem dışında tutulmaktadır. Bize göre, bugün sosyoloji dersleri dışında bilim insanlarının toplumda tartışmaya çekinir oldukları ve bu yüzden ancak o devrin
(2 Zafer Toprak, Türkiye’de Popülizm 1908-11923, Doğan Yay. Mart, 2014 Sf:126
3 Zafer Toprak a.g.e. sf: 10)

tartışmaları arasında bahsedilen ve bugün sosyolojinin konuşulmayan bir karanlık bölümü halinde kalan konu, Zafer Toprağın anlatımıyla şöyleydi: “Ziya Gökalp ve Tekin Alp’in Yeni Mecmua’daki solidarizm ya da “tesanütçülük” üzerine yazıları Durkheim’in bu iki düşünürü ne denli derinden etkilediğini gösteriyordu. Tarihlerde Durkheim’in görüşlerinin Fransa dışında bu denli etkin olduğu bir başka ülke
bulmak olanaksızdı. Sosyoloji 1908 ertesi Osmanlı topraklarında hızla yer edinmiş ve her derde deva bir bilim olarak algılanmıştı. Ancak, yukarıda belirtildiği gibi, 1908 ile birlikte İstanbul ve Selanik’te iki farklı sosyoloji yeşerecekti. İlki Ulum-ı İktisadiyye ve İctimaiyye Mecmuası çevresinde psikolojiden esinlenen daha “bireyci” anlayışı yansıtıyordu. Auguste Comte ve Spencer dergide hâkim
konumdaydı. İkincisinde ise Alfred Fouillée ve Émile Durkheim’in daha “toplumcu” sosyoloji açılımı söz konusuydu. Selanik’te savunulan “Yeni Hayat” anlayışı sosyolojinin de “yeni”sini gündemine almıştı.”

4
Aslında Osmanlı ahalisi farklı unsurlardan oluşuyor ve birlikte hareket edemeyecek ve toplumda farklı unsurlar dayanışma gösteremeyecek gibi duruyordu. Ziya Gökalp ve arkadaşları bunun çaresini Durkheim sosyolojisinde bulmuşlardı. O zamana dek saray tarafından uygulanan Osmanlı’cılık ve İslamcılık politikaları başarı sağlayamamış, toplum unsurları bölünmüş ve bu yaklaşımlar Osmanlı’yı oluşturan milliyetlerin imparatorluktan ayrılmalarını engelleyememişti. İşte tam da bu aşamada Ziya Gökalp ve onun gibi düşünen arkadaşlarına göre sihirli formül, İşbölümü meslek örgütleri dayanışmasını yaratmaktan geçiyordu. Bu da bir tek Durkheim sosyolojisinde mevcuttu. Bu konuda Zafer Toprak’a dönersek Toprak o devrin Selanik aydınlarının yaklaşımını şöyle ifade ediyor: “Yeni Felsefe ve Metot Aslında ‘uzviyetçi’ (Durkheim’in sosyolojideki yapısal-işlevselci yaklaşımı F.K.) toplum anlayışı Osmanlı
İmparatorluğu’nun farklı “unsur”lardan oluşan yapısıyla da bağdaşıyordu. Müslüman ile gayrimüslim unsurları aynı çatı altına sokan Osmanlıcılık anlayışı bir bakıma uzviyetçi anlayışa ters düşmüyordu.

Ancak bunun zaman içinde sonuç vermediği görülecek, Osmanlı’nın unsurlarını bir arada tutmaya yetmeyecekti. 19. yüzyılın başından itibaren Osmanlı topraklarında çözülme başlamıştı. Bu koşullar altında farklı bir “dayanışma” anlayışına ihtiyaç vardı. Buna bilimsel çözüm bulacak olan Durkheim’di. Durkheim ile birlikte Meşrutiyet pozitivizmi doruk noktasına taşınıyordu. Durkheim’in dayanışma ve
işbölümü anlayışı yeni bir toplumsal örgütlenmeyi yönlendirecek, ulus-devletin kapılarını açacaktı.

Bu görevi ise İstanbul’dan önce Selanik aydınları üstlenecekti. Kısaca Durkheim’i keşfedecek olanlar
Selanik aydınlarıydı. Bu bağlamda Selanik’in Türkçülüğü de İstanbul çevresinden farklıydı.
Milliyetçilik anlayışı daha bir “Fransız”dı… Irktan çok gönül bağı üzerine kurulu bir millet anlayışı
hâkim konumdaydı… Genç Kalemler ve ‘Yeni Felsefe’ mecmuasındaki yazılarıyla Gökalp artık
Durkheim’in izinde yürüyen bir sosyologdu.”
5
Milliyetçiliğe yöneliş konusunda da Durkheim’in yaşadığı Fransa’nın 1870’de Prusya ile yaptığı savaşı kaybetmesi ve çok büyük bir sembolik öneme sahip Alsace Lorraine bölgesinin Prusya’nın eline geçmesi Durkheim’i çok etkilemiş, kendi milliyetçilik ve vatanseverlik düşünceleri savaşta alınan yenilginin etkisiyle şekillenmişti. Bu durum Osmanlı’nın Balkanlarda toprak kaybetmesinin Türk aydınları üzerinde yarattığı etkiye bire bir benziyordu. Doç. Dr. Mesut Düzce Durkheim’in ve Fransız toplumunun geçirdiği değişimi şöyle özetliyordu. “Durkheim’in düşünceleri de Fransız toplumunun temellerini sarsan siyasi ve askeri olayların meydana geldiği bir kriz ortamında şekillenmiştir.

Bu dönemde Fransa’nın 1870 tarihinde günümüz Almanya’sının önceli olan Prusya ile yaptığı savaş, Prusya’nın üstünlüğü ile
sonuçlanmıştı. Bu savaşta alınan ağır yenilgi ve bununla bağlantılı olarak büyük bir sembolik öneme sahip olan Alsace-Lorraine bölgesinin kaybedilmiş olması, Durkheim üzerinde büyük bir etki yaratarak onda derin bir milliyetçilik ve vatanseverlik duygularının uyanmasına neden olmuştur. Her türlü karışıklığın yaşandığı bu dönemde, Durkheim ahlaki ve entelektüel bir krizin yaşandığına
(4 Zafer Toprak, a.g.e. sf:65
5 Zafer Toprak a.g.e. sf:107)

bütünüyle ikna olmuş vaziyetteydi… Bu, Üçüncü Cumhuriyet’e (1870-1940) sağlam bir temel oluşturmak için gerekliydi ve Fransa’nın gerek ahlaki gerekse politik olarak Prusya yenilgisi ve aşağılamasından kurtulmasına yardım etmekteydi. Dolayısıyla modern Fransız toplumunda ahlaki ve
sosyal uyumun kaynakları olarak vatanseverlik ve milliyetçilik, Durkheim perspektifinde kurtuluş sürecinin önemli yönleri olarak ön plana çıkmaktaydı.”

6
Anlaşılan o ki; Fransa’nın toprak kaybıyla sonuçlanan savaş ülkede yeni bir dönem başlatmış, ülkenin ekonomik ilişkileri, sosyal ilişkileri ve milliyetçilik anlayışı yeni bir şekle bürünmüştü. Yeni şekil dayanışmacılıktı (Solidarizm). Savaşın yapıldığı 1870’ten 1940 yılına kadar Fransa’da 3. Cumhuriyet dönemi başlamış ve ülkeyi huzura kavuşturan solidarist (dayanışmacı) yönetimler dönemi yaşanmıştı.
Bu durum ileride Osmanlı’da da kendini gösterecekti.
Milli Ekonomi Dönemi ve Milliyetçilik Osmanlı’ya dönersek ülkenin ekonomik yapılarının alt üst olmasına sebep olan Birinci Dünya
Savaşı’ndan sonra artık tanzimatın şartlarını ve ekonomik alanda uygulanan liberalizmi sürdürmek mümkün gözükmüyordu. Birçok şirket ve üretim büyük oranda zarar görmüş, ülke ekonomisi çökmüştü.

Bu nedenle ülke şartlarına hiç uygun olmayan sosyalizmin de liberalizmin de dışında bir yönteme ihtiyaç vardı. Bu yöntemi Türkçülük ekolünün önemli ismi ve Ziya Gökalp’in de yazdığı Yeni Mecmua’nın yazarı olan Tekin Alp’i Zafer Toprak şöyle aktarıyordu: “Tekin Alp’e göre, Cihan Harbi ülkede solidarizm için müsait bir ortam yaratmıştı. Savaş sırasında iktisadi yapılar altüst olmuştu. Barıştan sonra yıkıma
uğramış ülkelerin devlet müdahalesi olmaksızın kendi kendilerine toparlanmaları olanaksızdı.

Savaş ertesi 19. Yüzyıl liberalizmine, liberallerin “laissez faire laissez passer” ilkesine geri dönüş söz konusu olamazdı. Savaşın neden olduğu iktisadi çöküntü, savaş ertesi liberal politikalarla giderilemezdi. Artık siyasetle iktisat iç içeydi. Serbest rekabet anlayışı bundan böyle iktisat aleminin her köşesinde engellerle karşılaşacak, devletin yasalarıyla, devlet müdahalesiyle çatışacaktı. Savaşla birlikte liberal
politikalar bırakıldı.

Savaşın finansmanı için bu gerekliydi. Hemen hemen her ülkede iktisadi hayata devletin yoğun müdahalesi görüldü. Savaşta olduğu gibi, savaş sonrası barış dönemin de de devlet ülke iktisadıyla yakından ilgilenmek zorunda kaldı. Her şeyden önce ülkelerin yeni baştan imar
edilmesi gerekiyordu. Savaş ekonomisinden barış ekonomisine geçerken savaş sonrası artan talebi karşılamak üzere üretim artırılmalıydı. Bu arada olanaklar ölçüsünde tüketim kısılmalıydı. Ülkeler sil baştan ödemeler dengelerini gözetmek zorundaydılar. Savaşta devletler “harp istikrazları”na ((borçlarına f.k.) başvurmuş, gelecek nesilleri borçlandırmışlardı. Ayrıca yüz binlerce harp malulü, dul, yetim ve göçmen açlık sınırındaydı. Yoksul kesim devletçe gözetilecek, serbest rekabet ortamında kendilerinden daha güçlü olan katmanlara karşı korunacaktı. Böylece üretim araçlarının ve ülke kaynaklarının dağılımı yeni bir düzene tabi tutulacak, devlete solidarist esasları uygulamaya sokma görevi düşecekti. Devletlere solidarizmin ilkelerini benimseyerek, toplumsal çöküntülere yer
vermeksizin ekonomileri ayağa kaldırmak düşüyordu.”
7
Atatürk Milliyetçiliği
Atatürk ‘Cumhuriyet Halk Fırkası’nı kurarken önce Durkheim’in ve Ziya Gökalp’de belirginleşen Türkçülük hareketinin milli iktisat prensibini öne çıkarmış, milliyetçiliği ekonomide tam bağımsızlık olarak değerlendirerek bir Türkçülük Ekolü prensibi olarak “Milli İktisat Projesi”ni uygulamaya koyma düşüncesini parti bildirgesinde de yayınlamıştı. Artık liberalizmden vaz geçilecek, ekonomide üretim
milli olacak ve özel teşebbüsün giremediği alanlarda devlet müdahalesi uygulanarak bu alanlarda devlet

(6 Emile Durkheim’da Bir Sivil Din Olarak Milliyetçilik Ve Vatanseverlik, Mesut Düzce, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi The Journal of
International Social Research Cilt: 10 Sayı: 52 Volume: 10 Issue: 52 Ekim 2017 October 2017 www.sosyalarastirmalar.com/articles/as-a-civilreligion-nationalism-and-patriotism-in-emile-durkheim.pdf
7 Zafer Toprak, Atatürk Kurucu Felsefenin evrimi, T. İş Bankası Kültür Yayınları ı.Baskı, sf:162-163)

eliyle sanayi kurulacaktı. Bunlar da Atatürk Milliyetçiliği olarak bilinen milliyetçiliğin tam bağımsızlık özelliğini belirten ilkelerdi. Atatürk’e göre: millet, dil, kültür ve ideaI birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu bir sosyal ve siyasi heyetti. Nitekim ” Cumhuriyet Halk Partisi’nin 193l’deki programında buna benzer bir tarifle karşılaşıyoruz: “Millet, birbirine dil, kültür, ideal birliğiyle bağlanmış
vatandaşların meydana getirdiği siyasî ve İçtimaî bir varlıktır” Yine Atatürk milliyetçiliği, Türk milletinin her ferdinin aynı ortak geçmişe. Tarihe, ahlaka ve haklara sahip bir toplum kabul ettiğinden kesinlikle ırkçılığa da karşıydı. Zaten 1924 Anayasasının 88. Maddesindeki “Türk ahalisine. din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk iıtlak olunur. (Yani Türk kabul edilir)” ifadesi ile de bu
kanunlaşmıştı.

Din ve ırk farkı olmaksızın Türk olarak kabul edilen “vatandaşlık” anlayışı da yineFransa’nın üçüncü cumhuriyet dönemi solidarizminden kaynaklanıyordu. Zafer Toprak konuyu şöyleifade ediyor: “Cumhuriyet Türkiye’sinin kurucu felsefesinde solidarist düşüncenin ayrı bir yeri oldu.
Atatürk’ün solidarist fikirlerinin kaynağı Fransa’da Radikal Parti çevresinde geliştirilen uzlaştırıcı ancak reformist ideolojiydi. Cumhuriyet yıllarında solidarizm, aynı zamanda kuzey komşu Rusya’daki gelişmelerden Türkiye’yi uzak tutacak ‘ bir fikir akımı olarak görüldü. 30’lu yıllarda “kültür” sürecinde gündeme gelen “vatandaşlık” anlayışı büyük ölçüde solidarizmden esinlendi. Atatürk’ün Afet
Hanım’a yazdırdıkları Fransız solidarist çevrelerinin, Durkheim, Gide, Duguit gibi Üçüncü Cumhuriyet Fransa’sı düşünürlerinin eserlerinden alıntılardı.”

9
Atatürk Milliyetçiliği şoven bir milliyetçilik de değildi. Atatürk. “Bize milliyetperver derler fakat. biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği yapan bütün milletlere saygı duyar ve riayet ederiz. Onların milliyetlerinin bütün gereklerini tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz her halde hodbinane (bencil, kibirli) ve mağrurane bir milliyetçilik değildir.”

10 Diyerek milliyetçilik anlayışındaki zarafetini ortaya koyuyordu.
Bu anlayışın özeti öncelikle 1924 anayasası olmak üzere bugüne kadar düzenlenen tüm anayasalarda
“önsöz” yahut başlangıç metni olarak bulunmaktadır. Bu nedenle bırakın yeni anayasa yapmayı, kuruluş
ayarlarına dönmek isteyenlerin anayasanın bu olmazsa olmaz önemdeki ilkelerinin korunması
gerekmektedir.
Bu incelemede görüleceği üzere milliyetçiliği kategorik olarak gericilik kabul eden komünist manifesto’cu sosyalizm ve Sosyalist Enternasyonal’ci sosyal demokrasi anlayışları Atatürk’ün esin kaynağı değildirler. Yüce önderin milliyetçilik ilkesinin esin kaynakları, Jan Jacques Rousseau, Durkheim ve üçüncü Fransız cumhuriyeti düşünürleri ve o dönemin uygulamalarıdır. Söz konusu dönemin
uygulamaları ise liberalizmin ve sosyalizmin çözüm olmadığını gören ve her iki anlayışa da tepki gösteren üçüncü yol düşüncesidir.

Faik Kurtulan
Sosyolog Araştırmacı Yazar
22 Ağustos, 2023

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *


Hakkımızda

Hayat çok uzun gibi gözükse de, uzun değil kısadır. Yaşam tecrübelerle olgunlaşır. Ülkemizin milli ve manevi değerlerine sahip çıkmak görevimiz olmalıdır. Ulusal milli birliğimize sahip çıkmalıyız. Bir toplumda dil, din, milli ve manevi değerler kaybolursa, o toplum dağılmaya ve yıkılıp yok olmaya mahkûm olur.


İLETİŞİM

BİZİ İSTEDİĞİNİZ ZAMAN ARAYIN