Sosyolog Araştırmacı Yazar Faik Kurtulan:Erken Cumhuriyet Döneminde Laiklik

faik kurtulan

Laiklik kısaca, din adamlarının devlet işlerine karışmadığı, devlet işlerinin dini kurallarla yürütülmediği, Türkiye özelinde vicdan, ibadet ve din seçme özgürlüğü olarak tanımlanabilir. Laiklik konusunda dünyada iki evrensel beyanname mevcuttur. Bunlar ABD’nin kuruluşunda kabul edilen ve Fransa devriminden sonra kabul edilen iki adet insan hakları bildirgesinde yer almışlardır.

“Dinler arasında eşitliğin kabul edildiği, hiçbir dine resmi din olarak ayrıcalık tanınmadığı, devlet ile dinin birbirinden iyice ayrıldığı laik devletlere örnek olarak ABD ve Fransa gösterilebilir. Lâik devlet tipinin temellerini oluşturan prensipler; ABD’nin 1776 tarihli İnsan Hakları Bildirisinde : “Bütün insanlar özgür olarak yaratılmıştır. Doğuştan kazanılmış bazı hakları vardır ki, onlardan yoksun bırakılamazlar. Bu haklar yaşamak ve mutlu olmayı istemektir… Din veya Allah’a borçlu olduğumuz ödev ve bunun yerine getirilme şekli kuvvet ve zorbalıkla değil akil ve inançla idare edilebilir. Herkes eşit bir biçimde, vicdanın emrettiği gibi dinîn gereğini yapmak serbestliğine sahiptir.” şeklinde ifadesini bulurken, 1789 Fransız İhtilâli’nin İnsan Hakları Bildirgesinde de “İnsanlar hakları yönünden özgür ve eşit doğarlar, özgür ve eşit kalırlar… Hiç kimse, hatta dinî dahi olsa, sahip olduğu düşüncesinden dolayı rahatsız edilemez. Yeter ki bu düşüncelerin meydana çıkışı yasayla kurulmuş olan kamu düzenini bozmasın.” şeklinde ifade edilmekteydi. Bu bildirinin Lâiklik açısından en önemli yani; dinî tören ve ayinler bakımından günümüzün çağdaş anayasalarına da yansıyan bir sınırlama getirmiş olmasıydı ki bu “kamu düzenini bozmama” kuralıydı.”[1]

Laiklik konusunda Ziya Gökalp ise şöyle düşünüyordu: “Gökalp, dinin toplumsal dayanışma açısından taşıdığı işlevle ilgilenir (Parla, 2009: 91). Gökalp’a göre din kuşkusuz önemli bir “birleştirici” unsurdur; fakat din, inanç ve ibadet alanına çekilmelidir. Ona göre dinin toplumsal yapıya uyumunun ilk şartı, inanç ve ibadet alanına çekilmesi ve devlet, hukuk, siyaset, sanat ve tüm sosyal faaliyet alanlarının dinin tekelinden kurtarılarak toplumun laik bir temel üzerine oturtulmasıdır.  Gökalp, dini birleştirici bir unsur olarak önemser, fakat bir ideoloji dayanağı olmasını da doğru bulmaz. Zira ona göre İslam birliği, düşüncesi, teokrasi ve klerikalizm gibi “gerici” akımların ortaya çıkmasına neden olduğu gibi ulusal bilincin gelişmesinin önünde de engel teşkil etmektedir. Görüldüğü gibi Gökalp, ulusal bilincin gelişmesini temele koymaktadır ve dinin ulusal bilincin önünde engel teşkil edebilecek şekilde “ideolojik bir zemin” olma düşüncesini kesinlikle reddetmektedir. Zira ona göre teokrasi ve klerikalizm, toplumların geride kalmasına hatta giderek daha da gerilemesine neden olmaktadır (Gökalp, 2008: 128). Dolayısıyla Gökalp din ve devlet ilişkileri konusunda açık bir şekilde laikliği savunmakta ve Davison’ın da (2006: 147) belirttiği gibi modern medeniyete mensup bir ulus için din ve siyaset arasında bir ayrılığın olmasının temel bir önem arz ettiğini düşünmektedir. Gökalp’ın düşüncelerine paralel bir şekilde Mustafa Kemal de dinin önemli olduğunu, bir ulusun devamı ve ayakta kalabilmesinin dayanaklarından biri olduğunu; fakat dinin, Allah ile kul arasındaki bağlılık olduğunu düşünmektedir (Kışlalı, 1999: 32). Dolayısıyla Gökalp’ın düşüncelerine paralel bir şekilde, Mustafa Kemal de ulus açısından dinin önemli bir yerinin olduğunu; fakat dinin, inanç ve ibadet alanına çekilmesi gerektiğini düşünmektedir. Ayrıca Mustafa Kemal de dini, bir ideolojik kaynak olarak kullanılmasına ve araçsallaştırılmasını kesinlikle reddetmekte ve bununla mücadele edilmesi gerektiğini savunmaktadır (bkz. Kışlalı, 1999: 32).”[2]

Cumhuriyetin kurulduğu günlerde toplum ve devlet işlerinin çağdaş bilimin ışığında yönetilebilmesi için öncelikle hilafetin kaldırılması gerekiyordu. Hilafetin kaldırılması gerekçesi ise Zafer Toprak tarafından şöyle dile getiriliyordu: “Hilafetin geçerli olduğu dönemde halife tarafından seçilen şeyhülislam Bakanlar Kurulu’na girer ve halife adına kamu hizmetlerini din bakımından denetlerdi. Devletin yargı erki ve milli eğitim örgütü İslam’a bağlı idi. Her ne kadar (cumhuriyet kurulduktan sonra f.k.) ülkedeki mahkemelerin bir kısmı laikleştirilmiş, şeyhülislamla ilgisi kesilmiş ve Maarif Nezareti kurularak bu bakanlığa bağlı okullar açılmış ise de bir dizi mahkeme ve medrese şeyhülislama bağlı kalmaya devam etmişti. Bu yapı ancak 3 Mart 1924 günlü üç kanunla son bulacaktı. Şer’iyye Vekaleti adını alan Şeyhülislamlık kaldırılacak, hilafet son bulacak, ülkedeki tüm resmi okullar Maarif Vekaleti’ne bağlanacaktı. Başbakanlığa bağlı olmak üzere kurulan Diyanet İşleri Reisliği çatısı altında okul ya da medrese bırakılmadığı gibi şer’iyye mahkemeleri de kapatılacaktı.”[3]

Halifeye bağlı şeyhülislamın bakanlar kurulunu denetlemesi ve kamu hizmetlerine müdahale etmesi yeni kurulan cumhuriyette kabul edilemez olgulardı. Bu nedenle 24 Mart, 1924’te 3 yasa aynı anda çıkartıldı. Hilafetin ilgası, Şeriye ve Evkaf Vekâleti ile Harbiye Vekâleti’nin kaldırılması ve Tevhidi Tedrisat Kanununun getirilmesiyle birlikte laikliğe doğru çok önemli bir adım atıldı. Ancak bir takım hukuki adımların da atılması gerekiyordu. Laik bir devlet yapısı ve eşit bir toplum oluşturmak için yapılacak daha çok şey vardı. Hilafetin kaldırılmasının yanı sıra şeriat hukukunun da laik hukuka dönüştürülmesi gerekiyordu. Zafer Toprak bu sorunu şöyle dile getiriyordu; “Atatürk yukarıda yazdığımız dikotomik yapıda, görülebileceği gibi, “birey”den çok “toplum”dan yanaydı. Bu nedenle onun düşünce sisteminde “müsavat” “hürriyete üstün geliyordu. “Milli hakimiyet” ise onun eşitlikçi toplum anlayışının bir ürünüydü. Devletin olmadığı ortamda bireysel özgürlüklerden söz edilemezdi. Ulus-devletin yapılanması sürecinde, milli hakimiyete giden yolun iki önemli engeli olduğu kanısındaydı. Bu engeller giderilmedikçe bireyin özgür kılınması imkansızdı. Bu engellerin ilki, çağdaş laik hukuk anlayışıyla bağdaşmayan ‘şer’i hukuk’ düzeniydi. Diğeri ise “ecanib hukuku” diye bilinen yabancılara tanınan imtiyazlar, yani kapitülasyonlardı. Cumhuriyet’in kuruluş evresinde bu iki engelin aşılması için büyük çaba sarf edildi. Kapitülasyonlar Lozan’da kaldırıldı. Artık ülke mevzuatında uzun yıllardır var olan yabancılara özgü “ecanib hukuku”ndan söz edilmeyecekti.”[4]

Böylelikle laikliğe uzanan yeni bir adım daha atılıyordu. Önce hukuk alanında birlik sağlanmış, sıra eğitim birliğine gelmişti. Ancak yine de hukuk alanında daha yapılacak işler kalmıştı. Başta Medeni Kanun olmak üzere birçok yasada değişiklikler sağlanarak yasalar laikleştirildi. 1920’lerin sonlarına doğru dinden arındırılmış bir hukuk düzeni yaratılarak vatandaşa geniş bir özgürlük alanı açılmış oldu.

Laik ve tek tip bir eğitim olması gerektiği konusunda Atatürk, Ziya Gökalp ve cumhuriyet aydınları Durkheim’dan esinlenmişler ve sonunda Tevhid-i Tedrisat kanunu ortaya çıkmıştı.  “Durkheim, çocuklara laik bir eğitim vermemin gerekliği üzerinde durarak, Bütün semavi dinlerin üzerinde oturduğu tüm ilkeleri yadsıyarak, yalnızca -akıl yoluyla doğrulanabilen düşünce duygu ve uygulamalar üstüne oturtulan tamamen rasyonel bir eğitim sürecine geçmenin gerekliliğinden bahsediyordu.”[5]

2008 tarihli bu akademik tez, cumhuriyet aydınlarını etkileyen fikirleri şöyle ifade ediyordu: “Durkheim’ın laik eğitim anlayışı incelendiğinde, ahlak eğitiminin gelişimi ile laik eğitimin gelişimi iç içe geçtiği anlaşılmıştır. Durkheim, çocuklara laik bir eğitim vermemin gerekliği üzerinde durmuştur. Bütün semavi dinleri üzerinde oturduğu tüm ilkeleri yadsıyarak, yalnızca akıl yoluyla doğrulanabilen düşünce, duygu ve uygulamalar üstüne oturtulan tamamen rasyonel bir eğitim sürecine geçmenin gerekliliğine inanmıştır. Durkheim’a göre, eğitim yüzyıllardan beri laikleşmektedir. Geleneksel toplumlarda ahlak eğitiminin temelini din oluşturduğu için, bu dönemde eğitimin amacı, insanlara dini kavramları öğretmek olmuştur. Ancak zaman içerisinde din etkisini yitirmeye başlamış, insana karsı olan sorumluluklar ön plana çıkmıştır. Bu nedenle eğitimin amacı ve konusu da bireysellik lehine değişmeye başlamıştır.”[6]

Tüm bu fikirlerin oluşumunda Aydınlanma çağı düşünürlerinin de etkisi büyük oldu. Fransız Devrimi ve Napolyon kodları, ulus-devleti yönlendirici unsurlardı. “Hürriyet, müsavat, uhuvvet (Kardeşlik f.k.)” ilkeleri Jön Türk hareketinin yolunu çizdi. Cumhuriyet’in laiklik anlayışı Napolyon kodları ve Üçüncü Cumhuriyet Fransa’sı Radikal Partisi’nin politikalarından esinlendi. Her Harbiyeli’nin gönlünde bir Napolyon yatıyordu. Atatürk de o zamanki her Harbiyeli gibi Napolyon’un Avrupa’daki monarşilere karşı verdiği ulus devletler mücadelesinden etkilenmiş ve onu öven bir şiirsel not bile yazmıştı.[7]

Devrim öncesi laikleşme tarihi bir yana bırakılırsa günümüz Fransız laikliği, Devrim, Kısa Ayrılık, Konkordato ve Ayrılık aşamalarından geçerek oluşmuştur. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundaki laikleştirici önlemler ve laiklik ilkesinin anayasaya girişi incelenirken genellikle 1789 Devriminin örnek olduğu düşünülmektedir. Devrim Laikliği (1789), Konkordato Laikliği (1801-1905) ve Devlet – Kilise Ayrılığı Laikliği (1905’ten günümüze) laikliğin farklı aşamalarıdır.” [8]

Aslında Fransız devrimiyle ilk uygulanan laiklik bir anlamda din karşıtlığı anlamına geliyordu. Doğan rahatsızlıklar sonucunda 1801 yılında Vatikan’daki papalık ile Fransız hükümeti arasında yeni bir anlaşma yapılması gerekiyordu. Bu anlaşma için Napolyon ile papa 1801 yılında bir araya gelmiş ve bir sözleşme imzalayacaklardı. Fransız Üçüncü Cumhuriyet dönemi laik uygulamalarının Türkiye Cumhuriyeti’ne örnek teşkil eden en önemli yasa Eğitim Birliği, bizdeki adıyla Tevhid-i Tedrisat yasasıydı. Fransız Üçüncü Cumhuriyet yönetimleri bu yasayı Durkheim’den esinlenerek uyguluyorlardı. Atatürk ve Ziya Gökalp’in de esinlendiği Durkheim, eğitimin dine dayalı ahlak anlayışından çıkarılması gerektiğini savunuyordu.

Bu bağlamda 1924 yılında Mustafa Kemal de TBMM’de Tevhid-i Tedrisat yasa tasarısını sunarken yaptığı konuşmada; ““Bir ulusun bireyleri ancak bir eğitim görmelidir. İki türlü eğitim, bir ülkede iki türlü insan yetiştirir. Bu ise duygu, düşünce, dayanışma amaçlarına tümden karşıdır” (Sözer, 2005: 89). Yine Mustafa Kemal başka bir ifadesinde “Memleket evlatlarının müştereken ve eşit olarak kazanmaya mecbur oldukları ilim ve teknikler vardır. Üstün meslek ve uzmanlık ehliyetinin ayırt edilebileceği dereceleri kazanana kadar eğitim ve öğretimde birlik, toplumsal yapımızın ilerleme ve yükselme bakış noktasından çok mühimdir. “demişti[9].

Kastamonu Education Journal ismiyle yayın yapan bir dergide yer alan makaleye göre;” Cumhuriyet döneminde 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla başlayan eğitimde lâikleşme süreci 1929-1931 yılları arasında kademeli olarak okullarda din derslerinin müfredat programlarından çıkartılmasıyla tamamlanmıştır. Lâiklik ve din derslerine dair tartışmalar 1920’lerin sonunda ortadan kalkmış, ancak devam eden yıllarda bu sefer ahlâk eğitimine dair eleştiriler gündemdeki yerini korumuştur.

Tevhid-i Tedrisat Kanununu yürürlüğe sokan erken cumhuriyet dönemi bu kanunla gerek bugünün Türkiye’si gerekse bugünkü Avrupa’nın laiklik anlayışını aşan bir eğitim sistemi getirmişti. Günümüzde Türkiye’de laiklik belli bir aşınmaya uğradıysa da Avrupa’ya baktığımızda bu ülkelerde her ne kadar sekülerleşme yani dini uygulamalarda gerileme söz konusu olsa da yine de erken cumhuriyet dönemi laiklik anlayışından geri bir durumdadır. Aşağıda din eğitiminin farklı mezhep ve din anlayışlarına göre ve hepsi birbirinden farklı uygulamaya tabi tutulduğu bir Avrupa tablosu anlatılmaktadır. Görüleceği üzere Avrupa ülkelerinin hiçbirinde (Fransa hariç) eğitimde birlik söz konusu değildir. Kaynağı Protestanlık olan sosyal demokrasi belli ölçüde dinde sekülerleşme getirmişse de henüz laiklik seviyesine ulaşmamıştır. Araştırma tablosu şöyledir:

“Mezhebe dayalı din dersi denilirken, sadece bir dinin içindeki mezhep kastedilmeyip, aynı zamanda ayrı bir din de kastedilebilmektedir. Bunun sebebi, Batı dillerindeki religion kelimesinin Türkçe’deki hem din hem de mezhep kelimelerini karşılamasıdır. Mezhebe/dine dayalı öğretme yaklaşımında, dersin konularını belli bir din oluşturmakta ve söz konusu dinin sevdirilmesi, benimsetilmesi amacı taşınmaktadır. Zaten böyle din dersinin ismi de ilgili dinin adı ile anılmaktadır. Örneğin, Katolik din dersi, Protestan din dersi, İslâm din dersi denildiği zaman bu derslerin belli bir mezhebe ya da dine dayalı olarak işlendiğini anlıyoruz. Böyle bir din dersinde başka dinler öğretilse bile o dinin bakış açısıyla öğretilir. Buradaki temel düşünce, öğrencinin ya da velisinin belli bir din dersini seçmesi ve öğrenmek istemesidir. Mezhebe/dine dayalı din dersinin programları, ya ilgili dinin temsilcisi tarafından yapılır ya da onaylanır. Örneğin, Belçika ve Avusturya’da din derslerinin programları ilgili dinin temsilcileri tarafından yapılır. Bu çerçevede, Katolik din dersinin programı Katolik Kilisesi tarafından, Protestan din dersinin programı Protestan Kilisesi tarafından yapılır. Aynı şekilde resmî dinler arasında yer aldığı için Avusturya’da İslâm din derslerinin programlarını “Avusturya Diyanet Teşkilatı yapmaktadır. Belçika’da İslâm dersinin programı konusunda ülkede İslâm’ı temsil eden kurum (Belçika Müslümanları Yürütme Kurulu) yetkilidir. Almanya’da Katolik ve Protestan din derslerinin programları ilgili dinin onayı ve devletin pedagojik denetimi ile yapılmaktadır. Aynı şekilde bu tür din dersi öğretmenleri ile ilgili son kararı ilgili dinin temsilcisi kurum verir.”[10]

Türkiye’de eğitimde lâikleşme ve bu bağlamda din derslerinin kaldırılmasında Fransız düşünür Emille Durkheim’in etkisi olduğu bilinmektedir. İsmail Hakkı Baltacıoğlu’na göre Cumhuriyet aydınlarının fikirlerini en çok etkileyen düşünür Durkheim’dir (İsmail Hakkı, 1932:71). Örneğin Atatürk, henüz 1922 tarihinde yaptığı bir konuşmada; “Milli ahlâkımız, medeni esaslarla ve hür fikirlerle tevmiye ve takviye olunmalıdır” diyerek Durkheim’in görüşlerine yakın bir görüş ortaya koymaktadır (Akyüz, 1987:71-90).”[11] Durkheim’in eğitimde laiklikle ilgili görüşü şu şekilde ifade edilmektedir:

“Türk Laikliği, Devrimin ya da 1905’in Ayrılık Laikliğini değil büyük oranda Konkordato (1801) Laikliğini örnek almıştır. 1801 yılında Napolyon ve Papa bir anlaşma imzalamış, Fransa’da bir din işleri bakanlığı kurulmuş, papazlar kamu görevlisi olmuş, kiliselerin ve din bürokrasisinin giderlerini karşılamak üzere bütçeye para konulmuş, devletçe tanınan dinler sistemine geçilmiş ve din bir kamu hizmeti olmuştur. 1905 yılında çıkarılan bir yasa ile Devlet ile Kilise ayrılmış, din kamu hizmeti özelleştirilmiş, din, örgütlü veya bireysel etkinlik niteliğiyle tapını kavramıyla ve serbestlik ilkesi çerçevesinde düzenlenmiştir. (Katoliklik, iki tür Protestanlık ve Yahudilik “devletçe tanınmış tapınılardı. Türkiye Cumhuriyeti laikliğinin düzenleme biçimi, Konkordato laikliğine benzetilebilir, Diyanet Laikliği olarak adlandırılabilir. Devrim öncesi laikleşme tarihi bir yana bırakılırsa günümüz Fransız laikliğinin Devrim, Kısa Ayrılık, Konkordato ve Ayrılık aşamalarından geçerek oluşmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki laikleştirici önlemler ve laiklik ilkesinin anayasaya girişi incelenirken genellikle 1789 Devriminin örnek olduğu düşünülmektedir. Devrim Laikliği (1789), Konkordato Laikliği (1801-1905) ve Devlet – Kilise Ayrılığı Laikliği (1905’ten günümüze) laikliğin farklı aşamalarıdır.[12] Anlaşılacağı üzere 1801 Konkordato anlaşması sonucunda din işleri devletin kontrolü altına girmiş, Yahudilik ve Protestanlık hatta Müslümanlık azınlıkta da olsalar devletin tanıdığı din ve inanışlar arasına girmişlerdi. Bu uygulamalar Türkiye Cumhuriyeti tarafından da kabul edilecekti.

Sonuç olarak Laiklik denince referans Fransa, cemaatlere göre seküler eğitim ve toplum yaşamı denince referans kıta Avrupası olmaktadır. Bugün Türkiye’de başta muhafazakârlar olmak üzere Batı’cı liberaller ve sosyal demokratlar mezhepçi ve cemaatçi kıta Avrupası sekülarizmini referans almakta ve yeni yasalar çıkartmak suretiyle çağın ilerisinde bir anlayış olan cumhuriyet laiklik anlayışını aşındırmaktadırlar.

Yukarıda alıntılanan bilimsel makalelerden de görüleceği üzere Atatürk ve arkadaşlarının esinlendiği Fransız devrimi, devrim sonrası kabul edilen ‘insan hakları bildirgesi’ ve yine Fransız birinci ve üçüncü cumhuriyet uygulamaları hali hazırda en çağdaş uygulamalar olmaya devam etmekte ve günümüze gelinceye dek gittikçe aşındırılmış olsa da yine de bu uygulamalara henüz ulaşamayan Kıta Avrupa’sının yaklaşmaya çalıştığı anlayış olması itibariyle de referans uygulama özelliği taşımaktadır.

Sosyolog Araştırmacı Yazar

Faik Kurtulan

20 Eylül, 2023

 

 

 

 

 

[1] Atatürkçü Düşünce Sistemine Göre Lâiklik İlkesi, Ç.Ünv.Öğ.Gör Sait Dinç, sf:6 https://turkoloji.cu.edu.tr/ATATURK/arastirmalar/sait_dinc_ataturkcu_dusunce_sistemi_laiklik.pdf

[2] Kemalist İdeolojinin Şekillenmesinde Ziya Gökalp’ın Etkileri, Gökalp’s Influence in Shaping the Kemalist deology Mustafa DOĞANOĞLU1, Çukurova Üniversitesi İİBF Dergisi Cilt:19. Sayı:1.Haziran 2015 ss.27-45 PDF.Sf:15

[3] Zafer Toprak ATATÜRK Kurucu Felsefenin Evrimi, 3.Baskı, T. İş Bankası Yayınları, sf:49

[4] Zafer Toprak a.g.e. sf: 48

[5] Özgür Ulubey, Toplumsal Dayanışmanın Sağlanmasında Eğitimin İşlevi, Yüksek Lisans Tezi, Muğla Ünv. Sos.Bilimler Enstitüsü Eğt. Bilimleri Ana Bilim Dalı. https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/TezGoster?key=-0vbSUgrhM9fXoGkRe6Q7N0hydpV_kWfO5fVzcUMH9W2ctEggy_55jfy6nEpEUw

[6] Özgür Ulubey, a.g.e. sf:100

[7] [7]Zafer Toprak a.g.e. sf:10

[8] III. CUMHURİYET’TE DİN KAMU HİZMETİNİN KALDIRILMASI, LAİKLİK* Prof. Dr. Onur Karahanoğulları Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 72, No. 4, 2017, s. 849 – 913 sf: 1

[9] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri – ATATÜRK KÜLTÜR, DİL VE TARĠH YÜKSEK KURUMU ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ Yayını Sf:169

Orijinal metin şu şekildedir: “Efendiler, evlâd-ı memleketin müştereken ve mütesaviyen iktisaba mecbur oldukları ulûm ve fünun vardır. Âli meslek ve ihtisas erbabının tefrik olunabileceği derecatı tahsile kadar, terbiye ve tedriste vahdet, heyeti içtimaiyemizin terakki ve taalisi nokta-i nazarından çok mühimdir.”

[10] Prof. Dr. Mehmet Zeki Aydın, Avrupa Birliği Ülkelerinde Din Eğitimi Ve Türkiye İle Karşılaştırılması1, sf:2 https://www.mehmetzekiaydin.com/kaptan/dimg/240162247126621312302004-5.pdf

[11] Erhan Kanbolat, “Cumhuriyet Dönemi Eğitim Kurumlarında Laikleşme Süreci ve Ahlâk Eğitimine Dair Tartışmalar” Kastamonu Education Journal, May 2018 Volume:26 Issue:3, kefdergi.kastamonu.edu.tr

[12] Onur Karahanoğulları a.g.e. sf: 1

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *


Hakkımızda

Hayat çok uzun gibi gözükse de, uzun değil kısadır. Yaşam tecrübelerle olgunlaşır. Ülkemizin milli ve manevi değerlerine sahip çıkmak görevimiz olmalıdır. Ulusal milli birliğimize sahip çıkmalıyız. Bir toplumda dil, din, milli ve manevi değerler kaybolursa, o toplum dağılmaya ve yıkılıp yok olmaya mahkûm olur.


İLETİŞİM

BİZİ İSTEDİĞİNİZ ZAMAN ARAYIN