Bana Aleviliği anlat, “Öyküler” İsmail Güner
Dünden haber:10 Ocak 2018 Çarşamba
KİTAP: Bana Aleviliği anlat!, “ÖYKÜLER” İsmail GÜNER
Bana Aleviliği anlat!,
“ÖYKÜLER”
İsmail GÜNER
Mevsim Yaz’dı. Trabzon’daydım. Moloz Dolmuş Durağı’na gittim. Sırtımdaki öteberiyi bir dolmuşun bagajına koydum. Ön koltuğa geçip oturdum. Tek tek gelen yolcular da binmeye başladı. Dolunca dolmuş hareket etti. Görele’ye doğru ilerliyor, sahil boyu uzanan yolda yolcu indirip bindiriyordu. Ön koltukta oturduğum için yolculardan parayı cama asılmış Görele levhasının altına koymak bana düşmüştü.
En son ben elimi kazağımın altındaki gömleğimin cebine sokup birikmiş bir tomar para çıkarıp yol ücretimi ödedim. Elimdeki para tomarına bakan şoför gözlerini uzun süre benden ayırmadı.
Sıkılmıştım. Cebimde çıkardığım madeni paraları avucumda birbirine vuruşturup stres atmaya çalışıyordum. Arka koltukta oturan yolculardan biri çıkardığım sese ”cık cık” diyerek hoşnut olmadığını belli ediyordu. Sonunda dayanamayarak:
“Ula hemşerim, İkide bir şakır şukur ses çıkarıp ne diye ahaliyi rahatsız ediyorsun… Para mı görmedik! ” dedi.
Başımı çevirip usulca baktım; mavi gömlekli, kaytan bıyıklı, iri gövdeli biriydi. Hiç oralı bile olmadım. Benimle şoför arasında oturan yolcu inmek istedi. Kapıyı açtım, aşağı indik. O sırada bana laf atan adam gelip ön koltukta daha önce yanımda oturan adamın yerine geçti. Yanına binmek istemedim. Ben de arka koltuğa onun yerine geçtim. Dolmuş tekrar ana yola girmek üzereyken bir kamyon yanımızdan rüzgâr hızıyla geçti. Biz de peşi sıra ana yola girdik. Bir iki km gittikten sonra “şak” diye ön camdan bir ses geldi. Kamyonun jantından fırlayan bir cıvata ön camı delip içeri girdi. Cıvata ön koltukta oturan yolcuya isabet etmiş, ağzının parçalanmasına ve ön dişinin kırılmasına neden olmuştu. Suratı kan içindeydi.
Şoför arabayı uygun bir yere çekti. Solumuzda çok güzel bir vadi vardı. Yol kenarındaki tabela, Görele’ye 15 km kaldığını gösteriyor ve Karadeniz’in hırçın dalgaları deniz kıyısındaki yosunlu kayaları dövüyordu. Yolcular arabadan inip adamın başına üşüştü. Adamın biri mendiliyle kanlı ağzını sıkıca tutuyordu yaralının. Bu arada arabalar korna çalarak geçiyorlardı. Şoförün talimatıyla herkes yerine geçip oturdu. Hareket ettik. Yirmi beş dakika sonra nihayet Görele’ye vardık. Çarşı içinde inmek istediğimi söyledim. Bagajda öteberimi aldım. Şoför:
“Yolcuların verdiği parayı sen topladın, paralarım yerinde yok, nerede? ” diyerek bağırıp çağırıp üstüme yürüdü.
“Bana ne bağırıyorsun hemşerim?” dedim, “cebimdeki benim sayılı kendi paramdır.”
Derken tartışma büyüdü. Yolcular araya girmeseydi kesin kavga çıkacaktı.
Görele’de Kısmet Pide’ye gittim. İşyeri sahibi eski bir eğitimciydi. Birçoğumuz veresiye verdiğimiz insanlara öteberinin parasını buraya getirip teslim etmesini tembihlerdik. Hocam:
“Benim adıma gelen veresiye parası var mı?” diye sordum.
“Bir bakayım,” diyerek para kasasına yöneldi.
“Bundan yirmi gün önce Sağlık Köyü’nde bir yaşlı kadına halı satmıştım. Paranın yarısını aldım diğer yarısını da buraya teslim etmesini söylemiştim.”
“Başkasının adına gelen para var ama maalesef senin adına gelen yok.”
Daha fazla beklemeden Çanakçı’ya giden bir dolmuşa atlayıp Sağlık Köyü civarında indim. Dere yatağının üzerinden geçen bir taş köprüden karşıya geçtim. Yamaçtaki küçük küçük arazi parçalarında orman gibi gür bir şekilde yetişmiş mısır ve fındık ağaçları… Hava esintili olduğu için güneş yakmıyor, hafif rutubet hissediliyordu. Yokuşu tırmanıp ormanlık alan içinde tek olan yaşlı kadının evine vardım. Evin köşesinde bir köpek, dilini çıkarmış, tin tin tin gidip geliyor, dışarda gezinen tavuklar eşiniyordu. Evin önünde özenle kesilmiş bir ağaç kütüğünün üzerine oturmuş, uzun boylu, kumral saçlı adama selam verip aldım.
“Buyur hemşerim” dedi sertçe adam.
“Yirmi gün evvel bu evin sahibi yaşlı teyze benden bir halı satın aldı. Paranın yarısını vermiş, kalan parayı da çarşıdaki pideciye teslim edecekti. “dedim.
“Yaşlı teyze benim anam olur. O öldü!” dedi alaycı bir dille.
“Nasıl ölür ya!”
“Adama bak! Bir de ‘nasıl ölür?’ diyor.”
Adam öfkelenerek oturduğu yerden kalkıp yakama yapıştı. Donup kaldım.
“İnsan önce bir başsağlığı diler!” dedi. “Ama ben biliyorum senin ne olduğunu! Ben İstanbul’da Müftülük yaptım. Sen Alevi’sin değil mi? Gel içeri geçelim, oturup yemek yerken sen de bana Aleviliği anlatacaksın! Sizinkilerin eline saz alıp tıngır mıngır edip tembellikten başka bir şey yaptıkları yok zaten! Kimseye bir şey de öğretmezler…”
“…”
Çok müşkül bir hale girmiştim. Yeni yeni bıyıklarım terlemiş henüz toy bir delikanlıydım. Alevi öğretisine dair henüz pek bir şey de bilmiyordum. İçeri geçtik. Ekmek tahtasının kenarındaki taburelere oturduk. Şömineye benzer tandırlıkta yanan ateşin üzerindeki çaydanlıkta su kaynıyordu. Bakışından, Müftünün ne demek istediğini anlamıştım. İnancın niçin bu kadar önemli olduğu üzerinde düşündüğü belliydi. Niyeti ölen annesinin halı borcunu ödememekti!
Bozuk plak gibi durmadan konuşuyordu, pür dikkat dinliyordum adamı. Ayrıca vereceğim cevabı bekliyordu.
Müftünün hemen arkasında, sırtını kanepeye yaslamış, bir kadın vardı; yüzü asık, somurtkan ve mutsuzdu. Ama kucağındaki kız çocuğunun gözlerinin içi gülüyor, cıvıl cıvıldı. Kadın bir şeyler söyleyecek gibiydi ama sanki tereddüt ediyordu.
Aklımdan bir sürü düşünce geçiyordu, bunları nasıl söyleyeceğimi bilemiyordum.
Kadın, yiyecek bir şeyler getirip tahta sofra üzerine koydu. Yanına da çay getirdi. Çayımızı içtik, bir süre sessiz kaldı. Bu sessiz kalışını fırsat bilerek kalkmak için müsaade istedim. Kadın kapıya kadar eşlik etti bana. Dışarı çıktım.
“Onun böyle konuştuğuna bakma sen.” dedi, “iş yeri iflas ettiği için öfkeli şu an. İleride bir ara gel, kalan paranı alırsın!” Kadının söylediklerini hiç umursamadım. Tekrar yola koyuldum. Yol boyunca kendi kendime düşünüyordum:
‘Alevi olmak ne demek, Alevilik nedir?’
Karışık duygular içindeydim. İçimde bir öfke vardı; büyüklerimiz bu öğretiyi neden adamakıllı bize anlatıp öğretemediler diye? Bu da yetmezmiş gibi azıcık serpilip gelişince de gurbete açılmıştım. Taş köprü üzerinden yolun diğer tarafına geçtim. Bir tümsek üzerine oturup dolmuş beklemeye başladım. Gözümden akan iki damla yaş yanaklarımdan aşağı süzüldü, oradan da keten pantolonuma damladı.
İsmail Güner
Mevsim Yaz’dı. Trabzon’daydım. Moloz Dolmuş Durağı’na gittim. Sırtımdaki öteberiyi bir dolmuşun bagajına koydum. Ön koltuğa geçip oturdum. Tek tek gelen yolcular da binmeye başladı. Dolunca dolmuş hareket etti. Görele’ye doğru ilerliyor, sahil boyu uzanan yolda yolcu indirip bindiriyordu. Ön koltukta oturduğum için yolculardan parayı cama asılmış Görele levhasının altına koymak bana düşmüştü.
En son ben elimi kazağımın altındaki gömleğimin cebine sokup birikmiş bir tomar para çıkarıp yol ücretimi ödedim. Elimdeki para tomarına bakan şoför gözlerini uzun süre benden ayırmadı.
Sıkılmıştım. Cebimde çıkardığım madeni paraları avucumda birbirine vuruşturup stres atmaya çalışıyordum. Arka koltukta oturan yolculardan biri çıkardığım sese ”cık cık” diyerek hoşnut olmadığını belli ediyordu. Sonunda dayanamayarak:
“Ula hemşerim, İkide bir şakır şukur ses çıkarıp ne diye ahaliyi rahatsız ediyorsun… Para mı görmedik! ” dedi.
Başımı çevirip usulca baktım; mavi gömlekli, kaytan bıyıklı, iri gövdeli biriydi. Hiç oralı bile olmadım. Benimle şoför arasında oturan yolcu inmek istedi. Kapıyı açtım, aşağı indik. O sırada bana laf atan adam gelip ön koltukta daha önce yanımda oturan adamın yerine geçti. Yanına binmek istemedim. Ben de arka koltuğa onun yerine geçtim. Dolmuş tekrar ana yola girmek üzereyken bir kamyon yanımızdan rüzgâr hızıyla geçti. Biz de peşi sıra ana yola girdik. Bir iki km gittikten sonra “şak” diye ön camdan bir ses geldi. Kamyonun jantından fırlayan bir cıvata ön camı delip içeri girdi. Cıvata ön koltukta oturan yolcuya isabet etmiş, ağzının parçalanmasına ve ön dişinin kırılmasına neden olmuştu. Suratı kan içindeydi.
Şoför arabayı uygun bir yere çekti. Solumuzda çok güzel bir vadi vardı. Yol kenarındaki tabela, Görele’ye 15 km kaldığını gösteriyor ve Karadeniz’in hırçın dalgaları deniz kıyısındaki yosunlu kayaları dövüyordu. Yolcular arabadan inip adamın başına üşüştü. Adamın biri mendiliyle kanlı ağzını sıkıca tutuyordu yaralının. Bu arada arabalar korna çalarak geçiyorlardı. Şoförün talimatıyla herkes yerine geçip oturdu. Hareket ettik. Yirmi beş dakika sonra nihayet Görele’ye vardık. Çarşı içinde inmek istediğimi söyledim. Bagajda öteberimi aldım. Şoför:
“Yolcuların verdiği parayı sen topladın, paralarım yerinde yok, nerede? ” diyerek bağırıp çağırıp üstüme yürüdü.
“Bana ne bağırıyorsun hemşerim?” dedim, “cebimdeki benim sayılı kendi paramdır.”
Derken tartışma büyüdü. Yolcular araya girmeseydi kesin kavga çıkacaktı.
Görele’de Kısmet Pide’ye gittim. İşyeri sahibi eski bir eğitimciydi. Birçoğumuz veresiye verdiğimiz insanlara öteberinin parasını buraya getirip teslim etmesini tembihlerdik. Hocam:
“Benim adıma gelen veresiye parası var mı?” diye sordum.
“Bir bakayım,” diyerek para kasasına yöneldi.
“Bundan yirmi gün önce Sağlık Köyü’nde bir yaşlı kadına halı satmıştım. Paranın yarısını aldım diğer yarısını da buraya teslim etmesini söylemiştim.”
“Başkasının adına gelen para var ama maalesef senin adına gelen yok.”
Daha fazla beklemeden Çanakçı’ya giden bir dolmuşa atlayıp Sağlık Köyü civarında indim. Dere yatağının üzerinden geçen bir taş köprüden karşıya geçtim. Yamaçtaki küçük küçük arazi parçalarında orman gibi gür bir şekilde yetişmiş mısır ve fındık ağaçları… Hava esintili olduğu için güneş yakmıyor, hafif rutubet hissediliyordu. Yokuşu tırmanıp ormanlık alan içinde tek olan yaşlı kadının evine vardım. Evin köşesinde bir köpek, dilini çıkarmış, tin tin tin gidip geliyor, dışarda gezinen tavuklar eşiniyordu. Evin önünde özenle kesilmiş bir ağaç kütüğünün üzerine oturmuş, uzun boylu, kumral saçlı adama selam verip aldım.
“Buyur hemşerim” dedi sertçe adam.
“Yirmi gün evvel bu evin sahibi yaşlı teyze benden bir halı satın aldı. Paranın yarısını vermiş, kalan parayı da çarşıdaki pideciye teslim edecekti. “dedim.
“Yaşlı teyze benim anam olur. O öldü!” dedi alaycı bir dille.
“Nasıl ölür ya!”
“Adama bak! Bir de ‘nasıl ölür?’ diyor.”
Adam öfkelenerek oturduğu yerden kalkıp yakama yapıştı. Donup kaldım.
“İnsan önce bir başsağlığı diler!” dedi. “Ama ben biliyorum senin ne olduğunu! Ben İstanbul’da Müftülük yaptım. Sen Alevi’sin değil mi? Gel içeri geçelim, oturup yemek yerken sen de bana Aleviliği anlatacaksın! Sizinkilerin eline saz alıp tıngır mıngır edip tembellikten başka bir şey yaptıkları yok zaten! Kimseye bir şey de öğretmezler…”
“…”
Çok müşkül bir hale girmiştim. Yeni yeni bıyıklarım terlemiş henüz toy bir delikanlıydım. Alevi öğretisine dair henüz pek bir şey de bilmiyordum. İçeri geçtik. Ekmek tahtasının kenarındaki taburelere oturduk. Şömineye benzer tandırlıkta yanan ateşin üzerindeki çaydanlıkta su kaynıyordu. Bakışından, Müftünün ne demek istediğini anlamıştım. İnancın niçin bu kadar önemli olduğu üzerinde düşündüğü belliydi. Niyeti ölen annesinin halı borcunu ödememekti!
Bozuk plak gibi durmadan konuşuyordu, pür dikkat dinliyordum adamı. Ayrıca vereceğim cevabı bekliyordu.
Müftünün hemen arkasında, sırtını kanepeye yaslamış, bir kadın vardı; yüzü asık, somurtkan ve mutsuzdu. Ama kucağındaki kız çocuğunun gözlerinin içi gülüyor, cıvıl cıvıldı. Kadın bir şeyler söyleyecek gibiydi ama sanki tereddüt ediyordu.
Aklımdan bir sürü düşünce geçiyordu, bunları nasıl söyleyeceğimi bilemiyordum.
Kadın, yiyecek bir şeyler getirip tahta sofra üzerine koydu. Yanına da çay getirdi. Çayımızı içtik, bir süre sessiz kaldı. Bu sessiz kalışını fırsat bilerek kalkmak için müsaade istedim. Kadın kapıya kadar eşlik etti bana. Dışarı çıktım.
“Onun böyle konuştuğuna bakma sen.” dedi, “iş yeri iflas ettiği için öfkeli şu an. İleride bir ara gel, kalan paranı alırsın!” Kadının söylediklerini hiç umursamadım. Tekrar yola koyuldum. Yol boyunca kendi kendime düşünüyordum:
‘Alevi olmak ne demek, Alevilik nedir?’
Karışık duygular içindeydim. İçimde bir öfke vardı; büyüklerimiz bu öğretiyi neden adamakıllı bize anlatıp öğretemediler diye? Bu da yetmezmiş gibi azıcık serpilip gelişince de gurbete açılmıştım. Taş köprü üzerinden yolun diğer tarafına geçtim. Bir tümsek üzerine oturup dolmuş beklemeye başladım. Gözümden akan iki damla yaş yanaklarımdan aşağı süzüldü, oradan da keten pantolonuma damladı.
İsmail Güner
Cinius Yayınları’ndan çıkan “Savrulan Çıngı” adlı kitabımdan….